REKLAM ALANI

Kıbrıs kültürünün temsilcilerinden, Lefkoşa’nın simgelerinden biri; Hakan Aşık… – BRTK

Kıbrıs kültürünün temsilcilerinden, Lefkoşa’nın simgelerinden biri; Hakan Aşık… – BRTK
  • 0
  • 25
  • A+
    A-
Doğru Home Strore


Lefkoşa’da, özellikle yaz günlerinde, postane önünden geçerken göreceğiniz kişi, beyaz şapkası, beyaz kıyafeti, omzundaki beyaz havlusuyla sulu muhallebi satan Hakan Aşık’tan başkası değildir. Mahkemelere yolu düşen de, çarşıdan geçen de, öğle sıcağında bir serinlik arayan da, bir sulu muhallebi molası için Hakan Aşık’a uğrar.

25 yıldır aynı noktada sulu muhallebi satan ve sağlığı elverdiği sürece de bu işe devam etmekte kararlı olan Aşık, bu kültürün kendisinden sonra yok olmaması için işi gönülden yapmak isteyene, terbiyesinden tarifine muhallebiyle ilgili her şeyi öğretmeye hazır.

Doğru Home Strore

“Bu işin güzelliği, tanımadığın insanlarla sohbet etmek. Biri sokakta ‘Hakan abi, muhallebici’ diye seslendiğinde tanımasam bile yüzümde bir gülümseme belirir. O sesleniş yeter bana” diyen Aşık, mesleğe nasıl başladığını, tariflerinin nasıl şekillendiğini ve işine duyduğu sevgiyi Türk Ajansı Kıbrıs (TAK) muhabirine anlatırken sözü yoldan geçenlerin selamları ve muhallebi talepleriyle sık sık bölündü.

Bazen “Şekeriniz yok ya?” diye seslendi bir müşterisine Aşık, alaycı değil, tanıdık bir sıcaklıkla. Ardından büyük, yuvarlak bir plastik kâseye önce muhallebiyi, sonra gül şurubunu, toz şekeri ve suyu ekledi. Bazen yoldan geçen arabalardan seslenenler oldu Aşık’a.

Bazen de oradan geçen bir dede, torununa dönüp sordu: “Muhallebicik isten dedem?” Ve cevap ne olursa olsun, o an Lefkoşa’nın yıllardır değişmeyen manzarası tamamlandı.

– Renkli bir ömür

Aşık, 1962 Lefkoşa doğumlu. Ama çocukluğu önce Lefkoşa sonra Gönendere’de geçmiş. Babası mücahit komutanı olan bir torna öğretmeni, annesi ev hanımıymış. Ortaokul yıllarında Lefkoşa’ya dönmüşler. Babasını kaybettiğinde henüz lise ikideymiş. Üniversite sınavını kazanamayınca hayata bir yerinden sarılmaya karar vermiş: “Hayatım kararmasın dedim, geri kalmayayım hayattan dedim. Askere gittim. Mağusa’da, Derinya’da görev yaptım” diyor.

Hayat onu birçok uğraştan geçirmiş. Askerlik bitince tüccar eniştesinin yanında çalışmış. Daha sonra Çağlayan’da, tüccar eniştesinin ona hibe ettiği bir dükkânda bakkal açmış. 16 yıl boyunca o bakkalı işleten Aşık, 2000’li yılların başındaki ekonomik krizle ülkedeki birçok küçük esnaf gibi zorlanmış. Ama hayat, başka bir kapı aralamış ve bugünkü mesleğiyle tanıştırmış. O günleri şöyle anlatıyor Aşık:

“Bana tatlı getiren biri vardı. Meşhur Dondurmacı Musa Dayı’nın oğlu Mustafa Özalkın. Mustafa bu işe girsene, müşterin hazır’ dedi. Çünkü benden önce, Postane’nin önünde, benim olduğum yerde sulu muhallebi satan Mehmet Dayı vardı. O vefat etmişti. ‘Yapabilir miyiz’ dedim, ‘tabi yaparız’ dedi Mustafa. ‘Ben sana dondurma veririm, sen sat’ dedi. Aklıma yattı…”

İlk başta zorlanmış. Arkadaşı Mustafa’nın verdiği dondurma arabasıyla ilk kez yola çıktığında utanmış. Ana yola çıkmadan, birinin görmesinden çekinerek itmiş arabasını. Ama sonra bu duyguyu aşmış: “Bir, iki, üç derken dedim ne utanacağım? Birine bir şey mi yaptım da utanacağım? Kendime güvenim geldi, o gün bugündür göğsümü gere gere yapıyorum işimi.”

– Dondurma, sulu muhallebi, salep, tatlı, çörek

Bir sezon sadece dondurma satmış. Sonra kendisine yeni bir araba yaptırmış ve o arabada sulu muhallebi satmaya başlamış. “Kış gelince kara kara ne yapacağımı düşünmeye başladım, sonra salep konusu açıldı” diyor:

“Mustafa Özalkın ‘salep yap, ben sana tarif ederim’ dedi. O da hayatıma dokundu işte… Gittim salep kazanı aldım. Mustafa tarif etti bana ama kıvamı tutturana kadar çok zorlandım. Yapıp yapıp çok döktüm… Sonra başardım.”

Salepin ardından bu kez de çörek yapmayı denemiş Aşık. Hayatına dokunan bir başka ismi daha anıyor:

“Çörek de yaptık… Yine bir yardım eli uzandı. Süleyman abi var, Süleyman Görün. Sanayi bölgesinde dondurma külahı yapardı. Tahınlıyı, peksemeti, her şeyi getirip yapan O’ydu bu adaya. Küçük tahınlıyı da ilk O yaydı. Çörek de yapardı Süleyman abi. Çok şahane çörekler yapardı. Şimdi her köşede bir çörekçi var ama o zamanlar öyle bir düzen yoktu.

Dedim ki ‘Süleyman abi, sen çöreği yap, ben satayım.’ Yer ayarladım, çörekleri bana verdiler. İki üç sene onun çöreklerini sattım. Sonra o da çörek işini bıraktı. Ama ‘gel sana tarif edeyim, sen yap’ dedi. Geldi, hanımla beraber çöreği tarif etti. Üç dört sene daha biz yaptık. Otobüs terminalinde, durakların orada çörek sattım. Toplam yedi sene kadar sattım Süleyman abinin yaptığı ve sonra bizim devam ettirdiğimiz çörekleri.”

Bugün arabasında satılan hiçbir tatlının malzemesi dışarıdan hazır değil. Hepsinin formülü yılların içinde süzülerek oluşmuş; kimi Musa Dayı’nın oğlu Mustafa’dan, kimi annesinin mutfağından kalma. İlk başta başkalarından temin ederken, zamanla tarifleri kendisi devralmış.

“Musa Dayı’nın oğlu Mustafa’dan da tatlı alıp satmaya devam ettim bir süre ama bakkallarda ürünü satılmayınca O da işi bıraktı. Bu defa bana ‘gel sana tarif edeyim bu tatlıları sen yap’ dedi. Bana ilk öğrettiği şey prenses tatlısının piskotu oldu. O piskotu yaparken de çok zorlandım. Ama başardım. Şammaliyi tarif etti sonra, sütlü böreği, içi doluyu, bir sürü tarif gösterdi bana. Tabi biz de bir şeyler kattık tariflere…”

Gülsuyunu kendisi yapabilmek için Adana’ya kadar gitmiş. “Gül şurubunun esansını nereden aldığını söyledi bana bir arkadaş. ‘Adana’ dedi. Gittim buldum adamı. Sonra İzmir’den ithalatçısını bulduk” diyor.

– Sabah 5’te başlayan bir çalışma temposu

Gün, Hakan Aşık için erken başlıyor: “Her gün sabah 5 buçukta kalkarım. Hazırlanırım, evden çıkarım. Evimle imalathane arası yüz metre, yürüyerek giderim. Büyük tepsileri, küçük ayaklı tepsileri, ne gerekiyorsa arabaya koyarım. Çağlayan’dan yürür gelir, postane önüne çekerim arabayı” diyor ve devam ediyor:

“Eskiden kaktırmalı arabam vardı. 2013’te kalple ilgili sıkıntı yaşadım, bıraktım kaktırmayı. Bisikletçi Zihni Üney diye bir arkadaşım dedi ki, ‘gel sana motorlu bir araç alalım’. Adana’ya gittik, tanıdıkları vardı. Elektrikli motor seçtik, aldık geldik. 2015’ten beri bu motorlu arabayla gezerim”

Arabasındaki çanları da anlatıyor Aşık:

“Bu motorlu sessiz ya, insanlar duysun diye ziller taktım. Hem kulağa hoş geliyor hem de dükkanında oturan biri duyunca anlıyor ki, ‘hah Hakan geldi, muhallebici geldi.’”

– “Her kesimden müşteri var”

Aşık’a kimlerin gelip gittiğini sorduğumuzda ise müşteri profiline dair bir tablo çiziyor:

“Her kesimden var. Mahkemeden gelenler çok. Yargıçlar gelmez ama adamlarını yollar. Savcılar, avukatlar, sekreterleri, vatandaşlar, memurlar, işçiler… Siyasiler de gelir. Mesela eskiden UBP binası buradayken, Hasan Taçoy gelirdi, otururdu. CTP’den Ferdi Sabit Soyer hâlâ gelir. Özkan Yorgancıoğlu gelir. Tufan Hoca [Erhürman] da Sami Özuslu da gelir mutlaka seslenir. Bir keresinde rahmetli Denktaş bile geldi. Arabadan inmedi ama. Şoförü kapıyı açtı, ben muhallebi koyayım dedim, ‘Yok evladım’ dedi gülerek. ‘Şekerim var, yiyemem.’ O anı hiç unutmam. Hayatımda önemli bir andı.”

Daha önce gazetelerde yer bulan papaz anısını da anlatıyor:

“Papaz gelirdi bana devamlı, salep içmeye. Bir gün yine geldi. Meğer mahkemelerin üst katından biri fotoğrafımızı çekmiş, haberimiz yok (Fotoğrafı çeken TAK foto muhabiri Erol Uysal’dır). O fotoğraf sonradan yayıldı. Gazetelerde çıktı. Papazla olan bu fotoğraf meşhur oldu. Ondan sonra insanlar bana takılmaya başladı: ‘Papaza verdin, bize vermedin’, ‘Papaz içti, bize de ver’ diye. Ne diyeyim? Öyle bir kareydi işte.”

– “53 senedir müzik yapıyorum”

Hakan Aşık’ın hayatında müzik de çok önemli yer tutuyor. “10 yaşından beri müziğin içindeyim” diyor ve anlatıyor:

“Köyde yaşardık. Babam rahmetli türkü çok severdi, isterdi ki bir müzik aleti çalalım. Özellikle saz… Bir gün bir subay arkadaşı aracılığıyla Turgay Salim’den rica etmiş. ‘Bizim çocuğa saz öğretebilir misin?’ demiş. Öğretirim ama bir şartım var demiş, ‘Ben gelirim ama sen beni Lefkoşa’ya geri götür’. Çünkü Turgay abi o zaman Sedat Simavi okulunda yatılı okuyordu, hafta sonu köyün otobüsüyle gelir, bize saz dersi verirdi. Babam da ders sonrası arabayla onu tekrar Lefkoşa’ya götürürdü. Her cumartesi kıymalı yumurta günüydü annem için. Turgay abi geldiğinde kıymalı yumurta hazır olurdu.”

O sıralar müziğe duyduğu ilgiyle hızla gelişmiş saz yeteneği, yıllar boyunca şekillenmiş:

“Duyduğum türküyü hemen çalardım. O zamandan beri elimde saz. 10 yaşındaydım, şimdi 63. 53 senedir çalıyorum. Babam büyük emek verdi öğrenelim diye.”

Lefkoşa’ya taşındıklarında bu yolculuk devam etmiş:

“Ortaokula başladık. Müzik hocamız saz çalan var mı dedi, hemen girdim müzik grubuna. Lise yıllarında da devam ettik. Askerde de sazı götürdüm, arkadaşlarla çalardık.”

Askerlik sonrası müzik hayatı daha da kurumsallaşmış:

“Devlet Halk Müziği Korosu kuruldu. 35 yıl bu koroda bağlama çaldım. İlker Delek emekli olunca Kültür Dairesi’ne bağlı olan koro dağıldı. Güzelyurt Halk Müziği Derneği vardı. Oraya devam ettim. Zaten daha önceden de hem devlete hem derneğe giderdik. Çünkü saz elemanı azdı, birbirimize destek olurduk. Şimdi sadece Güzelyurt Derneği’ne devam ediyorum. Hâlâ bağlama çalarım. Konserlere çıkarız. Her sene Lefkoşa’da da Güzelyurt’ta da konser veririz. Köy panayırlarında, festivallerde davet gelirse gideriz, ekip olarak sahne alırız.”

– 4 yıllık hakemlik macerası

Aşık’ın hayatındaki uğraşlar bununla da sınırlı kalmamış. Müziğin ardından spor da var:

“Okuyanları şaşırtmasın ama hakemlik de yaptım ben. Abim İstanbul’a okumaya gittiğinde orada amatör hakem olmuştu. Kıskandık, esinlendik. 1986’da Kıbrıs’ta hakem kursu açıldı. Dört arkadaş yazıldık. Kursta birinci geldim. Hemen lisans aldım, başladım. İlk yıllarda köy takımlarında hakemlik yaptım. 3. kümede orta hakem, 2. ve 1. kümelerde yan hakemlik… Ama çok uzun sürmedi. Antrenmanda sakatlandım, menüsküsler yırtıldı. Ameliyat oldum. 1990’da hakemlik hayatım bitti. Dört yıl sürdü o da. Kısa ama dolu dolu bir dönemdi.”

– “Yapın bu muhallebiyi evlerde”

Sulu muhallebinin özel bir tarifi olup olmadığını sorduğumuzda ise şöyle diyor:

“Bildik sulu muhallebi işte. Mısır nişastası, su… O kadar. Evlerde de yapılır bu. Ben hep söylerim gelen müşterilere, yapın bu muhallebiyi evde. Bu kültür ölmesin. Benden sonra yapacak olan burada yok. Çocuklarım öğretmen, biri kız biri oğlan.”

– “Gönülden yapmak isteyen olursa terbiyesinden tarifine her şeyi her şeyi öğretirim”

Biri bu işi devralmak isterse ne yapacağını sorduğumuzda ise tereddüt etmiyor:

“İsterim. Biri gönülden yapmak isterse, terbiyesinden tarifine her şeyini öğretirim. Yeter ki bu kültür ölmesin. Kıbrıs kültürüdür bu. Lüzumdur, kaybolmasın.”

– “İşin güzelliği tanımadığın insanlarla sohbet etmek”

İşin zorlukları ve güzelliklerine dair sorumuza ise şu yanıtı veriyor:

“Her işin zorluğu var. Ama bu işin güzelliği, tanımadığın insanlarla sohbet etmek. Biri sokakta ‘Hakan abi, muhallebici’ diye seslendiğinde tanımasam bile yüzümde bir gülümseme belirir. O sesleniş yeter bana. Para değil maksat. İnsanlara güzel bir şey bırakmak isterim. Karşılığını da böyle alırım zaten.”

– “İş olmadı diye küsmeyeceksin”

Zorlukların kaynağı da güzelliklerle aynı… Güneşe, sıcağa, soğuğa alıştığını söylüyor ama bazen insanlar zorluyormuş O’nu… Ama dert etmiyor:

“25 yıl oldu. Alıştık artık. Severek yaparsan, zorluklar aşılır. Ama küsmeden… Bugün iş olmadı diye küsmeyeceksin. Bu iş her gün aynı değil. Memur gibi ay başı maaş almak yok. Demir para, bozuk para… Ama her gün sabah severek başlarsan, en güzeli odur.”

Sağlığı elverdiği sürece bu işi yapmaya devam edeceğini söylüyor:

“Vahtım oldukça bu işi de yapacağım. Başladı işte, kıkırdaklar eridi, kemikler değmeye başladı. Ağrılarla baş edebildiğim sürece buradayım. Ama biri çıkıp da bu işi gönülden yapmak isterse, her trik noktasını öğretirim. Çırağım olsun, devam etsin.”





Kaynak BRT

Doğru Home Strore
BU KONUYU SOSYAL MEDYA HESAPLARINDA PAYLAŞ
ZİYARETÇİ YORUMLARI

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu aşağıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

BİR YORUM YAZ